Benim Kawa'mın Tarihçesi

Anılar tarafsız değildir.
Akif Kurtuluş


Sahihliğinden asla emin olamadığım, ancak ucuz takvimlerin sınırlı hacimdeki sayfalarına konu olan ve içime sinmeyen tarih bilgisine boğmadan, binlerce yıllık bir efsanenin, Demirci Kawa’nın, ‘bugün’ ile kesiştiği ya da ‘bugün’ün, söz konusu efsaneyi binlerce yıllık geçmişinden çekip ‘şimdi’ye bağladığı noktadan konuşmak istiyorum. Konulara kendi diliyle yaklaşmak, eğip bükmeden söylemek, tüm hayatı boyunca Kawa olmaya çalışmış bir adama en çok yakışandır.

‘Kawa’yı yeniden kurgulamak.’

Tam yerinde bir tanımlama. 1989 yılı gibi yaşıma göre erken bir tarihte tesadüfen elime geçen Kawa Efsanesi’yle ilgili küçük bir kitabı bir çırpıda okur okumaz kendi Kawa’mı yeniden kurgulamaya başladım ve Kürdistan’dan Türkiye’nin İstanbul’una beni dipsiz bir iç sıkıntısıyla sürükleyen hayatım tümden değişti. Kayısı ağaçlarının gövdesinde gizli ve Hrant olmayan birinin kolay kolay duyamayacağı duduk ve meyin nefesi, gövdesinin merkezi Gamasî’ye yatak olan, Kök Tengri’den daha ulu Gilîdax veya Masîs, bir çocuğun gözünde tüm dünyayı kaplarcasına genişleyen, sonsuzlaşan ova, boynu bükük salkımsöğütler, gözleri yaşlı dul söğütler, biçimli kalemler misali gökyüzünü yazan kavaklar, inatçı karaağaçlar, baharların ve yazların tozlu derin yeşili, sonbaharların diz boyu çamuru, kışların Sibirya soğuğu, Faulkner ve Yaşar Kemal’in evreniyle boy ölçüşebilecek koca bir evren, Hayastan ile Kürdistan’ın kesiştiği o verimli yurt, bunların tümünün ardımda kalmasıyla, deyim tam yerinde, ‘düştüm.’ Ama çok geçmeden, zor da olsa, ayağa kalkmayı ‘tercih ettim.’ Korkunç bir bilinç yitimine rağmen yaşadıklarını sananların berbat bir gürültüyle, ama özünde kişiliksizlikle, korkuyla, özsaygıdan yoksunca şekillendirdiği bir hayatın tam orta yerinde, haksız, hukuksuz, akılsız, edebiyatsız ve iddiasız bir cemaatin çocuğu olarak, nasıl işlediğini çarçabuk kavradığım bir başka evrene fırlatıldım. Beni şiir yazmaya, edebiyatın türlü türlü alanlarında yaratmaya motive eden de buna bir dur deme iddiam oldu. İki yüz elli yıldır Ehmedê Xanî’yi anlamaya yaklaşmayı hiç denememiş, sınırlar boyunca dur durak bilmeyen bir göçle oradan oraya savrulmuş efrattan bir fert olarak nasıl yaşamalıydım? Soyu tükenen kaplanlar vardır hani, tükenirler, ama anılarının katilleri dehşete düşüren gözleri, William Blake’in kaplanının gözleri gibi ormanlarda aniden çakar. İşte ama mensup olduklarımın başına en kötüsü geliyordu: Kültürel soyları, onlar bedenen ayaktayken dörtnala tükenmekteydi. Nasıl yaşamalıydım? Öfkeyle, iddialı, kendimi sarsarak kendimi ve dışımda olanı değiştirerek. Çok çalışmalıydım ve ölümsüz olmalıydım. Gözümün yaşına bakmadan, hep şiddete ve şiddeti üreten her şeye karşı olmuş olsam da, ilk kurşunu kendime sıkmalıydım. Yoksa serinliğin şarkılarını birdenbire söylemeye nasıl başlayabilirlerdi pembe ve beyaz sarmaşık çiçekleri? En çok da onları özlüyordum, bir de baharla kapkara saçlarını savuran güzel bir esmer kadına benzeyen salkımsöğütleri. Onlar benim yurdumdu, onları yazmam gerekiyordu artık.

Birileri cahil cesaretiyle bir yerleriyle buna gülseler de, bu dediğim, adımın, imzamın ve çabamın şekillenmesinin kaplanı ve arkaplanıdır. Şimdi bu yazdıklarımı en çok sevgili Mehmed Uzun’un okumasını isterdim.

O zorlu ama bir o kadar da büyülü günlerden bu yana geçen yirmi yıllık zaman dilimine nelerin tarafımdan sığdırıldığını, sınırlı da olsa, artık bir kesim iyi biliyor. Artık şu da iyi biliniyor ki kuşağım geçmişle, Kürt’ün sözlü ve yazılı birikimiyle hesaplaşa hesaplaşa, bundan aldığı güçle şimdiyi bin bir emekle kura kura, öyle yarım ağızla değil, son derece keskin bir kopuşla ve son derece büyük iddiaları çağrıştıran adlarla bu toplumun geleneğine ve geleceğine müdahil olanların safına katıldı. Sanırım Rewşen kuşağından Kürt şair ve yazar arkadaşlarımın çoğunun buna benzer bir Kawa olma serüveni var.
Bu uzun serüvenden sonra, bir de benim artık hakikaten Kawa olduğumu anlamama neden olan bir anım var anlatmadan geçemeyeceğim. Yıl 2004 idi, Diyarbakır Kültür ve Sanat Festivali’nde, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda, yüzlerce kişinin huzurunda, hâlâ anlatadurduğum dertlerimden bir derdimi dallandırıp budaklandırarak konuştuğum bir etkinlik sonrasıydı. O zamanlar şimdiki gibi miydi? Hayır. Benim Amed’i hâlâ tutkuyla sevdiğim zamanlardı. Tutkuyla sevdiğim kadındı benim “Zaman ve mekan burası. Zaman ve mekan, Amîd.” dememe sebep. Bir uzak bakışın bir kadını ıslattığı esrarlı bir zamandı. İçimde havlayan köpekleri öldürmüştüm en sonunda ve ömrümün en uzun kışına, Aşk’a teslim olmuştum. Bu esrarlı hava içinde konuşmuştum ‘kale’ye hitaben. Sahneden iner inmez hızla bana doğru gelen iki kişi gördüm. İkinci kişiyi şimdi görsem asla hatırlamam, ama önden gelip zınk diye önümde duran otuzlarındaki kumral ve nefret ettiğim mavi gözlere sahip adamı hayatım boyunca unutmayacağım. Gözlerime kilitlenip nefretle bana Mardin ağzıyla Kürtçe, “Heval, tu welatiyê kîjan welatî yî?” diye sordu. Ben, hayatımda sanırım hiçbir canlının gözlerinin böyle içine içine bakmamıştım, adamın ses tonunun bana verdiği şaşkınlıktan dolayı, “Ev çi ye lawo? Tu kî yî?” demiş bulundum. Meğer sivil polislermiş, yüzlerce izleyici arasında oturmuş, büyük bir ciddiyetle, utanmadan sıkılmadan, kameraya çektikleri yetmiyormuş gibi bir de harıl harıl not tutmuşlar konuşmalarımı. Hemen Türkçeye geçerek, yok benim adım neden Kawa Nemir imiş, kimliğimde hangi ad yazıyormuş, ne diye yok Newroz imiş, yok Demirci Kawa imiş, Dehak imiş, Feridun imiş, Purmaye imiş diye soru üstüne soru sordu ve kimliğini ver dedi bana mavi göz. Bilirsiniz, işgalcinin müstemlekesi diye bellediği bir yerde işgalcinin gözlerinin içine bakamazsın, bu çok zordur, onların gözlerinin içine bakamaman için devasa bir zulüm çarkını tüm anlara yayarak döndürürler, ama ben hâlâ adamın nefret ettiğim mavi gözlerinin içine içine bakarken, belediyenin zabıta güçleri toplanıp geldiler. Adamın niyeti Türkçülük oynamak ya, hani kurdun sürüye dalıp bir Kürdü kapması gibi bir şey yapmak istediği. Biraz durdum, adım, dedim, Newroz söylencesinden kalmadır, benim adım bu, kimlikse alın sizin olsun, onu bana siz zorla verdiniz, dedim ve çıkarıp verdim. Mal bulmuş Mağribi gibi atladılar. Zabıtalar beni aralarına alıp çıkardılar oradan, beni onlara vermediler, ardından gidip kimliği, nasıl yaptılarsa, onlardan aldılar.

Benim Kawa’mın artık büyüdüğünü, ka(w)gaya hazır olduğunu o gün o salonda çok iyi gördüm ve en azından Selpakfiroş’u yazmakla ‘büyük kapatılma’yı nasıl yıkmış olduğumu gördüm ve sonra hızla her şey göverdi, göğe erdi, Mazlum Doğan gibi dünyaya sert bir bakışla bakan oğlum Siyabend Arî’nin uzaklardaki babası oldum, onun dünyaya gelmesi 2200 yıllık varlığımın yeryüzündeki devamının garantisi oldu.
Noktayı büyük bir samimiyetle koyarak diyorum ki ne diye gereksiz yere alçakgönüllülüğün gövde gösterisine soyunayım ki. Hayatımı yolanların gözlerinin içine içine baka baka, ruh işgalcilerine çektiğim büyük reddimle Kürtçeye kazandırdığım bu kadar kitaptan ve Aşk’ıma nasip olan dünyanın en güzel meyvesinden sonra Kawa Nemir olarak er ya da geç, ama sanırım erken, ama mutlu olarak öleceğimden son derece eminim. Çünkü ben gerçeğe rağmen hikâyeye inandım her zaman, benim okuduğum Kawa’nın hikâyesinin beni alıp getirdiği yeri de hiç yadırgamadan edebimle yaşamaya çalıştım. Bu kadar edepsiz bir dünyada, nevrozu Newroz’a çevirerek, 2200 yıllık söylencenin sönmeyen ateşine taparak.

Kawa Nemir
Tîroj, hejmar-sayı: 43, Adar-Avrêl (Mart-Nisan) 2010